Kalpler, hayatın akışı içinde yaşama sevinci ile ölümden ürperiş gibi iki müthiş zıtlığın içinde çalkalanır durur. Dâimî bir akış hâlinde olan hayat ve ölümün hakîkî mânâları idrâk edilmeden, yaratılış sır ve hikmeti ile insanın gerçek mâhiyeti de kavranamaz.
İstisnâsız her hayat seyyâhının başına gelecek olan ölüm, idrâk sahibi bütün varlıkların çözmeye mecbur olduğu bir muammâdır.
Mülk Sûresi’nin 2. âyetinde:
“O ki, hanginizin (ihsan duygusu içinde) daha güzel amel işleyeceğini denemek için ölüm ve hayâtı yaratmıştır.” buyrulur.
Enbiyâ Sûresi’nin 35. âyetinde de:
“Her canlı ölümü tadar. Bir imtihân olarak sizi hayırla da şerle de deniyoruz. Ve siz ancak bize döndürüleceksiniz…” buyrulmaktadır.
Dünya, ilâhî bir imtihan dershânesi, ölüm ise zarûrî bir intikâl kanunudur. Hazret-i Mevlânâ:
“Dirilmek için ölünüz!” buyurur.
KALP NASIL DİRİLİR?
Kalbin dirilişi, ancak nefsâniyetten vazgeçebilmekle mümkündür. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“Bütün zevkleri kökünden yok eden ölümü çokça hatırlayınız!” buyurur. (Tirmizî, Kıyâmet, 26)
TEFEKKÜR-İ MEVT NE DEMEKTİR?
Tefekkür-i mevt, ölüm gelmeden önce ölümü hatırlamaktır. Böylece nefsâniyetten uzaklaşarak, irâdî bir şekilde Rabbin huzûruna hazırlanmaktır. Bu, îmâna dayanan bir tefekkür ve şuurdur.
Hasan-ı Basrî Hazretleri bir cenazeye katılmıştı. Defin işlemleri bittikten sonra yanındaki bir zâta sordu:
“–Bu vefât eden zât, acaba şu anda dünyaya geri dönüp sâlih amellerini, zikirlerini artırmayı ve günahlarına daha fazla istiğfar etmeyi düşünüyor mudur?” O zât da:
“–Evet, tabiî ki düşünüyordur.” dedi. Bunun üzerine Hasan-ı Basrî Hazretleri şöyle buyurdu:
“–O hâlde bize ne oluyor ki bu vefât eden kişi gibi düşünmüyoruz?” (İbnü’l-Cevzî, el-Hasenü’l-Basrî)
İnsanın, bitmek-tükenmek bilmeyen dünyevî emelleri, fânî ümid ve tesellîleri, kabir toprağına düşen ne müthiş bir yaprak dökümüdür.
ÖLÜMDEN KAÇMAK MÜMKÜN MÜ?
Kabristanlar, fânî hayatlarını tüketen ana-baba, çoluk-çocuk, hısım, akraba, dost ve arkadaş adresleri ile doludur. Dünya hayâtı ister sarayda isterse samanlıkta yaşansın, bütün yolların ve kıvrımların mecbûrî çıkış noktası kabirdir. Ondan kaçıp kurtulacak ne bir zaman, ne de bir mekân vardır.
Âyet-i kerîmede buyrulur:
“De ki, doğrusu kendisinden kaçmakta olduğunuz ölüm, sizi mutlaka yakalayacaktır. Sonra gizliyi de âşikârı da bilen (Allâh’a) döndürüleceksiniz. O size neler yaptığınızı tek tek haber verecektir.” (el-Cum’a, 8)
“Ölüm sarhoşluğu gerçekten gelir de, «Ey insan! İşte bu, senin öteden beri kaçtığın şeydir.» denir.” (Kaf, 19)
ÖLÜMÜN EN NET TEFEKKÜRÜ
Ölümün ürkütücü ağırlığını kelimelerin zayıf omuzları taşıyamaz! Ölümün en net tefekkürü, ölenlerin mor dudaklarında düğümlenen çözülmez sükûtun sırrında gizlidir. Ölüm sessizliğine bürünmüş her mezar taşı, lisân-ı hâl ile konuşan ateşli bir nasihatçidir. Ölümün öğüt vermekteki belâgati karşısında dünyadan gelen cevaplar, ancak gözyaşları ve kuru hıçkırıklardır.
KABRİSTANLAR NEDEN ŞEHRİN İÇLERİNDE OLUR?
Kabristanların şehir içlerinde, yol kenarlarında ve câmî avlularında tesis edilmiş olması, bir nevî fiilî tefekkür-i mevt, yâni ölümü düşünüp dünyayı ona göre tanzim etmek içindir.
Dünya, aldatıcı bir serap, âhiret ise ölümsüz bir hayattır. Umûmiyetle insan, hayatın binbir cilve ve tezâhürleri içinde aynadaki yalanların esîridir. Her an bu yalanlar ile vefâsızlığını devam ettiren şu dünya, bir aldanış mekânı değil de nedir?
İnsan ibret almaz mı ki, her fânî varlığın tâzelik ve zindeliği zaman değirmeninde dâimî bir sûrette öğütülmektedir!
GÂFİLÂNE BİR HAYAT YAŞAYANLAR
Âhiret gerçeğinden habersiz yaşanan bir hayat ile nefsânî arzuları tahrik eden dünyevî iltifatlara ve fânî oyuncaklara dalıp gitmek, büyük ve sonsuz istikbal karşısında ne korkunç bir aldanıştır!.. Gâfilâne bir hayat; çocuklukta oyun, gençlikte şehvet, erginlikte gaflet, ihtiyarlıkta elden gidenlere hasret ve binbir türlü çırpınış ve nedâmetten ibârettir.
ÖLÜM KİŞİNİN KENDİ KIYÂMETİDİR
Ölüm, kişinin husûsî kıyâmetidir. Kıyâmetimizden evvel uyanalım ki, nedâmete uğrayanlardan olmayalım.
Zira her fânînin meçhûl bir zaman ve mekânda Azrâil’le karşılaşacağı muhakkaktır. Unutmayalım ki, ne dünyada ölümden kaçacak bir zaman ve mekân, ne kabirde tekrar geriye dönmeye bir imkân, ne de kıyâmetin şiddetinden sığınacak bir barınak vardır…
O hâlde insan, vakit kaybetmeden “Allâh’a koşun…” (ez-Zâriyât, 50) hitâbından nasîb alarak, rahmet-i ilâhiyyeyi yegâne sığınak ve barınak kabul etmelidir. Şu âyet-i kerîmeler, yarınlara güvenenlerin aldanışını çarpıcı bir tablo halinde ne güzel tasvir eder:
“Ey îmân edenler! Mallarınız ve çocuklarınız sizi Allâh’ı anmaktan alıkoymasın. Kim bunu yaparsa işte onlar ziyana uğrayanlardır.
Her birinize ölüm gelip de; «Rabbim beni kısa bir süre için tehir etsen de sadaka versem ve sâlihlerden olsam!» demesinden önce size verdiğimiz rızıklardan (Allah için) harcayın!
Allah, eceli geldiğinde hiç kimseyi (ölümünü) ertelemez. Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.” (el-Münâfikûn, 9-11)
ÖLÜM HAKÎKATİNDEN GÂFİL YAŞAYANLAR
Ne tuhaftır ki insan, birkaç gün misafir olarak bulunduğu bu dünyada kendini aldatır. Hergün cenâze sahnelerini seyrettiği hâlde, ölümü kendine uzak görür. Kendisini, kaybedilmesi her an muhtemel olan fânî emânetlerin dâimî sâhibi sanır. Hâlbuki insan, rûhuna cesed giydirilerek bir kapıdan dünyaya gönderildiğinde, artık bir ölüm yolcusu demektir. O yolun bir hazırlık mekânına girmiş olduğu hâlde bu hakîkatten ekseriyâ gâfil yaşar.
Fakat bir gün gelir, ruh cesedden soyundurulur ve âhiret kapısı olan kabirde, diğer bir büyük yolculuğa uğurlanır.
Zaman şeridinden düşen her ânın, bizi hakîkat sabahına yaklaştırmasını, âyet-i kerîme ne güzel ifâde eder:
“Kime uzun bir ömür verirsek, Biz onun yaratılışını (güç ve kuvvetini alarak) tersine çeviririz. Hiç (bu manzarayı)düşünmüyorlar mı? (Bu ibretli yolculuğu idrâk etmiyorlar mı?)” (Yâsîn, 68)
DÜNYANIN EN BELİRGİN ÖZELLİĞİ
Âyet-i kerîmede, insana en güzel şekilde nasîhat edilmektedir. Dünyanın en belirgin vasfı, vefâsızlıktır. Verdiğini geriye çabuk alır. Bir gün yükseltir, ertesi gün kuyunun dibine indirir. Gölge gibidir. Onu yakalamak istersen dâimâ kaçar. Sen kaçarsan da peşini bırakmaz. Arkasında koşulan şeylere bugün-yarın nâil olayım derken, bir de bakarsın ki ömür bitivermiş. Dünyaya gönül verilirse o, huysuz bir acûze olur. Zaman zaman insanı yere çarpar. Vesvese ve dırdırının ardı arkası kesilmez. Tavır ve hareketleri vefâsızdır. Kendisine bağlananları çok çabuk fedâ eder.
Bir sahâbî Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e:
“–Hangi mü’min daha akıllıdır yâ Rasûlâllah?” diye sordu.
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de şöyle buyurdular:
“–Ölümü sıkça hatırlayıp, ölümden sonrası için en iyi hazırlık yapan kimsedir. İşte gerçek akıllı insanlar onlardır…” (İbn-i Mâce, Zühd, 31)
Yine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:
“Ölümü ve öldükten sonra ceset ve kemiklerin çürümesini hatırlayın. Âhiret hayatını isteyen, dünya hayatının süsünü terk eder.” (Tirmizî, Kıyâmet, 24)
Abdullah bin Ömer -radıyallâhu anhumâ- anlatır:
“Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- beni tuttu ve:
«Dünyada tıpkı bir garip, hattâ bir yolcu gibi davran! Kendini ölülerden ve kabir ehlinden say.» buyurdu.” (Buhârî, Rikāk, 3; Tirmizi, Zühd, 25)
Tâbiînin büyük âlimlerinden Mücâhid bin Cebr -rahmetullâhi aleyh- diyor ki:
Abdullah bin Ömer -radıyallâhu anhumâ- bu hadîs-i şerifi naklettikten sonra bana şu nasihatte bulundu:
“Ey Mücâhid! Sabaha çıkınca nefsine akşamdan söz etme! Akşam olunca da nefsine sabahtan bahsetme! Hastalıktan önce sıhhatinden, ölmeden evvel de hayatından istifâde et! Çünkü ey Allâh’ın kulu, sen yarın ne hâlde olacağını (ölü mü, diri mi olacağını) bilmiyorsun.” (Tirmizî, Zühd, 25)
YERİN İNSANLARA 10 NASİHATİ
Enes bin Mâlik -radıyallâhu anh- der ki:
“Yer, her gün şu on öğüt ile insana seslenir:
Ey Âdemoğlu!
- Üzerimde gezinip durursun; hâlbuki dönüşün banadır.
- Üzerimde türlü günah işlersin; hâlbuki içimde azap göreceksin.
- Üzerimde gülüp eğlenirsin; hâlbuki içimde ağlayacaksın.
- Üzerimde sevinirsin; hâlbuki içimde üzüleceksin.
- Üzerimde mal toplayıp durursun; hâlbuki içimde pişman olacaksın.
- Üzerimde haram yersin; hâlbuki içimde kurtlar seni yiyecek.
- Üzerimde böbürlenirsin; hâlbuki içimde hor ve hakir olacaksın.
- Üzerimde neşe ile yürüyorsun; hâlbuki içimde hüzne boğulacaksın.
- Üzerimde aydınlıkta gezinirsin; hâlbuki içimde karanlıkta kalacaksın.
- Üzerimde topluluklar içinde dolaşırsın; hâlbuki içime tek başına gireceksin.” (İbn-i Hacer el-Askalânî, Münebbihât, 37)
TEFEKKÜR-İ MEVT’İN NETÎCESİ
Hayat sahnesinin son perdesi olan ölüm, herkesin kendi âkıbetini haber vereceği bir ayna gibidir. Bir kul, nefs sultasında ve dünyayı gâye edinerek yaşarsa, kabir ona karanlık bir dehliz olarak görünür. Ölümün hatırlanması bile hiçbir şeyle mukâyese edilemeyecek derecede onu muzdarip kılar.
İnsan nefs engelini aşar ve tefekkür-i mevt netîcesinde rûhunda meknûz olan melekiyet istikâmetinde merhaleler kat ederse, ölüm, hayâl ötesi muazzam ve müteâl olan Rabbe vuslatın mecbûrî bir şartı olarak görülür.
Böylece ekseriyetle insanlarda soğuk ürpertilere sebep olan ölüm, onda bir sevgiliye kavuşma heyecanına dönüşür.
ÖLÜM’Ü NASIL GÜZELLEŞTİRİRİZ
Böyle ölümler, tasavvuf yolunun büyüklerinden Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin tâbiriyle “Şeb-i Arûs”, yâni düğün gecesidir. Bu tasavvuf yolu, öyle bir yoldur ki, beşer için en dehşet verici vâkıâ olan ölümü güzelleştirir. “Ölümü güzelleştirmek” içinse nefs engelini aşıp tevbe, zühd, tevekkül, kanaat, zikir, teveccüh, sabır, murâkabe ve rızâ gibi kalbî hâllerle kemâle ermek zarûrîdir.
Kalbin bu sâfiyete ermesinde tefekkür-i mevtin başka hiçbir şeyle mukâyese edilemeyecek mühim bir tesiri vardır. Bu hususta Rebî bin Hüseyin, şöyle der:
“Kalbim, ölümü hatırlama işinden uzaklaşırsa, onun fesâda uğramasından korkarım. Şâyet kendimden öncekilere muhâlefet edecek olmasaydım, ölünceye kadar kabristanda otururdum.” (Beyhakî, Kitâbü’z-Zühd, s. 212)
“ÖLMEDEN ÖNCE ÖLÜNÜZ” SIRRI
Kalp, nefsâniyet ve rûhâniyet ihtilâçları arasında ölene dek çalkalanır durur. Ölüm, âhiret yolculuğunun zarûrî bir başlangıcıdır. Bu yolculuğa çıkmadan önce, kalbi mârifetullâh ile ölüme hazırlamak, ölümün endişe ve kaygılarından kurtularak kalbî sıhhat ve selâmeti temin edebilmek, aslâ ihmâl edilmemesi gereken bir keyfiyettir.
Böylece, “Ölmeden önce ölünüz.” sırrı tahakkuk eder ve insan -âdeta- yok edilmiş nefs hâkimiyeti yerine Allâh’a muhabbet ve itaati, kâmil mânâsıyla gerçekleştirmiş olur.
Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Hak Yolculuğu, Erkam Yayınları
Bir yanıt bırakın